Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanının, sosyal medya hesabından “heyecan verici bir gelişme” olarak yaptığı bir açıklama:
“‘Gaziantep lahmacunu’ ile Avrupa Birliği’nden AB Coğrafi İşaret tescili aldık. Böylece ‘baklava,’ ‘Araban sarımsağı,’ ‘menengiç kahvesi’ ve ‘Antep fıstık ezmesinin’ ardından AB’den tescillenen 5’inci ürünümüz lahmacun oldu.”
“Türkiye’nin en fazla tescilli ürüne sahip şehri olmanın gururunu yaşıyoruz. Bu tesciller lezzetimizin orijinalliğini korurken, marka değerimizi dünya vitrinine taşıyor ve şehrimize katma değer sağlıyor.”
Bu, son yıllarda Türkiye’de, şehirlerin adeta bir furya halinde katıldıkları, “tarım ve gıda ürünlerine ve yemek çeşitlerine coğrafi işaret belgesi alma” yarışına dair ortaya çıkan dikkat çekici bir örnek.
Türkiye, geçmişte potansiyelini yeterince keşfedemediği, belirli coğrafi bölge veya illerine has, “özgün gıda ve mutfak lezzetleri çeşitliliğinin” farkına vardı. Bu bağlamda son yıllarda gerek ulusal düzeyde gerek Avrupa ölçeğinde bir çok ürünümüzle ilgili coğrafi işaret tescili haberleri ardı ardına gelmeye başladı.
Malatya kayısısı, Afyon sucuğu, Taşköprü sarımsağı, Ezine peyniri, Aydın inciri, Çorum leblebisi…
Her bir tescil haberinden sonra, ürününe coğrafi işaret belgesi alınan illerde bir coşku, bir heyecan…Haberi duyuran Belediye veya Ticaret odası başkanlarında adeta bir zafer kazanmış komutan edası…
Politikacılar ve yerel yöneticilerin başvuru sürecinin sonuçlandırılmasında oynadıkları rolleri ve verdikleri büyük mücadeleyi vurgulayarak kendilerini öne çıkarma gayretleri…Yerel basında, elde edilen başarının getirdiği haklı gurur, bölgeye veya vilayete sağlayacağı faydalara ilişkin bitmeyen yorumlar ve tartışmalar. Halkta derin bir mutluluk ve keyif hali…
Sanırsınız ki belgeyi alan ildeki üniversitenin araştırma laboratuvarında bilim dünyasında sürpriz uyandıracak bir molekül keşfedilmiş veya şehrin bir sanayi tesisinde küresel teknolojide rekabet dengelerini alt üst edecek yenilikçi bir ürün prototipi geliştirilmiş.
Daha da ötesi, bazı ürünlerin hangi ilin adıyla tescil edilmesi gerektiğine dair iller arasında süren tuhaf rekabet ve çekişmeler. Kahramanmaraş’ın fıstık ezmesini coğrafi işaretle kendi adına tescillemesinin komşu şehir Gaziantep’te tepkiyle karşılanması sonucunda Gaziantep Ticaret Odası yetkililerinin, “Biz tescili daha önce gerçekleştirmiştik. Fıstık ezmesi bizim şehrimiz aittir.” açıklaması. Bu tür, düşük profil sürdürülen “Hakkımızı alırız,” “Hakkımızı kaptırmayız tartışmaları…
Nedir bu “coğrafi işaret belgesi?
Kısaca “coğrafi işaret belgesi,” bir gıda veya tarım ürününün belirli bir yöreye özgü kökenini, üretim şeklini ve kalitesini tanımlayan, kayıt altına alan ve koruyan tescil belgesidir. Bu belge, ürünün adının ve itibarının taklit edilmesini önler, onu standartlarına uygun üreten üreticisine pazarlama avantajı sağlar.
Bunun doğru ve yerinde bir işlem olduğu ve önemli faydalar sağlayacağı elbette tartışılmaz. Ama yenilikçi teknolojilerde baş döndürücü ilerlemenin ve uluslararası ticarette yıkıcı rekabetin hakim olduğu bir küreselleşme ortamında; bu tür mevzii atılım ve başarıların, kendilerine çok daha büyük hedefler koyması gereken yatırımcı ve girişimcilerimizin zihnini ve gündemini bu kadar meşgul etmesi doğru mu?
Öncelikle şunu ortaya koyalım:
Coğrafi işaret belgesi, şüphesiz ürünün değerini yükseltir, yöre ekonomisini güçlendirir ve tüketiciye güven sağlar. Ama ürünün o haliyle otomatik olarak bir marka değerine ve güvencesine; dolayısıyla dünya piyasalarında yüksek bir talep hacmine kavuşmasını sağlamaz.
Ürünün geleneksel özelliklerine ve kalite gereklerine göre belli bir coğrafi yere ait olduğunun işaretlenmesi; geçmişten o güne kadar gelen üretim biçim ve içeriğinin tanımlanmasına, bu bağlamda otantik mirasının tescil edilmesine ve korunmasına ilişkindir. O ürünün, iç ve dış pazarlarda orijinalliğini tescil eder, ihracat potansiyelini ve katma değerini artırır; ama onu kendi başına bir “marka yapmaz.”
Oysa bir ürünün küresel rekabet şartlarına ayak uyduracak, müşteri talep ve beklentilerini karşılayacak içerik ve kalite standartlarında üretilmesi ve bunun bir anlamda güvencesini ifade eden “marka algısı ve itibarına” sahip olması başka bir şeydir. Bu bağlamda söz konusu ürün, ne kadar yüksek değer ve lezzette olursa olsun; sadece ait olduğu yere özgü anılmaktan çıkıp ticari ve endüstriyel standartları taşıyan belirli bir marka değerine ve tanınırlığına kavuşmadıkça ve uluslararası piyasada küresel talebe hitap edecek bir pazar payı elde etmedikçe, etkisi büyük ölçüde şehir ve bölge ekonomisiyle sınırlı kalacaktır.
Dünyadaki tüketiciler, bir ülkede bir ürün coğrafi işaret belgesi aldı diye o ürünü küresel ölçekte talep etmeye ve tüketmeye yönelmezler. Çünkü coğrafi işaret belgesi alma potansiyeli taşıyan tarım ve gıda ürünleri, esasen yerel çeşnilere ve damak tatlarına hitap eden ürünlerdir. Mesela “Malatya kayısısı,” benzersiz özelliklere sahip bir ürün olmasına rağmen, ham haliyle küresel ölçekte ve kitlesel hacimlerde bir tüketim talebine konu olabilecek durumda değildir. Bu nedenle bu ürünlerin küresel talep hacmini arttıracak olan şey; küresel tüketicilerin talep ve beklentilerine, damak tatlarına ve ticari erişimlerine uygun olarak üretilmeleridir. Dolayısıyla burada hedef, bunları küresel tüketiciye hitap eden ve gündelik alış veriş ağlarındaki market raflarında yer almalarını sağlayacak “nihai endüstriyel gıda ürününe” dönüştürmek olmalıdır. Bu da şüphesiz, güçlü bir AR-Ge, yenilikçi üretim teknolojisi ve marka stratejisiyle ilgili bir konudur.
Buna açıklayıcı bir örnek vermek gerekirse,
geleneksel yoğurttan daha yüksek protein içeriğine sahip koyu kıvamlı Yunan yoğurdu (aslında bize ait olması gereken süzme yoğurt) coğrafi işaret belgesiyle tescil edildiğinde, salt ait olduğu ve üretildiği bölge ekonomisiyle sınırlı bir değer artışına konu olur. Oysa bu yoğurdu 20 milyar Dolarlık toplam piyasa değeri hacmine ulaştıran faktör, “Chobani” küresel markasının gücü ve itibarı altında üretilmesi ve satılmasıdır.
Ürünü tescil etmenin doğurduğu gereksiz ve abartılı heyecan ve bununla bölgenin kalkınma ve ilerlemesi yolunda pek çok şeyin halledilmiş olduğu duygusu; ilgilileri ve girişimcileri, küresel pazarlarda rekabet edebilecek yenilikçi ve teknolojik ürünleri üretme ve bölgenin dünya ekonomisiyle bütünleşmesini sağlayacak esas stratejik ve uzun vadeli adımları atmaktan uzaklaştırma riski taşıyor.
İllerdeki yaygın “coğrafi işaret sevdası,” aslında bir kalkınma stratejisinden çok bir “toplumsal terapi” mekanizması gibi işliyor. Ekonomide üretim, sanayide yenilik, teknolojide rekabet erişilmesi zor bir hedef haline geldikçe; mevcut durumun tescilini sağlayan benzeri belgeleri almak, kolay ulaşılan bir başarı kriteri haline geliyor.
Bugün Türkiye’de 1500’e yakın ürün coğrafi işaretli…Her ilin bir çok “tescilli yıldızı” var. Fakat, ülke ekonomisi hâlâ düşük teknoloji seviyesine, dışa bağımlı sanayiye ve zayıf markalaşma kapasitesine mahkûm.
Ülkemizin florası, endemik bitki çeşitliliği ve gastronomisi zengin…Ama bu zenginlik, teknoloji ve rekabetin gerektirdiği entegre ve sürdürülebilir bir değer sistemine evrilmek yerine; çoğu defa mevcutla kuru kuruya övünmeye, kendini tekrara ve tescil haberlerinin parlatıldığı törensel anlatılara dönüşüyor.
Bu tür belgeler, görünürde kültürü koruyor; aslında ise, kalkınma açığını psikolojik olarak telafi ediyor. Tıpkı spor yapmadan zayıflama kemeri takmak gibi…
Coğrafi işarete konu ürünler, genellikle;
-Tarihsel olarak zaten mevcut olan,
-Kuşaktan kuşağa aktarılan,
-Yeni bir araştırma, icat veya Ar-Ge sürecinin sonucu olmayan “miras”ürünlerdir.
Bu nedenle;
-Ürünlerin tescil edilmesi zekâ, inovasyon veya sistem başarısının sonucu değil; geçmişten beri var olan kültürel üretimin korunmasıdır.
-İller ve bölgeler, bu birikimden ve bunun tescil edilmesinden gurur duysa da, bu başarı “bugünkü üretici kapasitenin” göstergesi değildir.
-Bunlara aşırı vurgu yapılması, “geçmişin ürünleriyle geleceği inşa etme” yanılgısına dönüşür. Yöresel ürün çeşitliliği ve bolluğu, kalkınma potansiyeli sanılır. Oysa bunlar, “yenilik geliştirme becerisiyle karıştırılmamalıdır.
Bir şehrin en üst seviyede hayal ufkuna sahip olması gereken siyasi, idari ve ticari temsilcilerinin, kum havuzunda oynayan çocuklar gibi, “Erken başvurduk, falan ürünü falan vilayete kaptırmadık; kendi adımıza tescil ettirmeyi başardık” yönünde “ergence” heyecanlar sergilemesi, düşük bir vizyonun ve kalkınma dinamizminden yoksunluğun eseridir. Bu sığlıktaki tartışmalarla oyalanmasak ve mevcut kısır döngüyü aşabilsek, belki bugün Araban sarımsağını, Antep lahmacununu değil; “Ferrero” ölçeğinde gıda devi bir Türk şirketini, “Gaziantep Robotics” ya da “AntepTech” gibi küresel marka ve teknoloji merkezlerini konuşuyor olurduk.
Ulvi Saran-Karar
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Son Haberler
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
'COĞRAFİ İŞARET BELGESİ' FURYASINA KAPILMAKLA NEYİ KAÇIRIYORUZ?
Malatya Eski Valisi Ulvi Saran Yazdı
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanının, sosyal medya hesabından “heyecan verici bir gelişme” olarak yaptığı bir açıklama:
“‘Gaziantep lahmacunu’ ile Avrupa Birliği’nden AB Coğrafi İşaret tescili aldık. Böylece ‘baklava,’ ‘Araban sarımsağı,’ ‘menengiç kahvesi’ ve ‘Antep fıstık ezmesinin’ ardından AB’den tescillenen 5’inci ürünümüz lahmacun oldu.”
“Türkiye’nin en fazla tescilli ürüne sahip şehri olmanın gururunu yaşıyoruz. Bu tesciller lezzetimizin orijinalliğini korurken, marka değerimizi dünya vitrinine taşıyor ve şehrimize katma değer sağlıyor.”
Bu, son yıllarda Türkiye’de, şehirlerin adeta bir furya halinde katıldıkları, “tarım ve gıda ürünlerine ve yemek çeşitlerine coğrafi işaret belgesi alma” yarışına dair ortaya çıkan dikkat çekici bir örnek.
Türkiye, geçmişte potansiyelini yeterince keşfedemediği, belirli coğrafi bölge veya illerine has, “özgün gıda ve mutfak lezzetleri çeşitliliğinin” farkına vardı. Bu bağlamda son yıllarda gerek ulusal düzeyde gerek Avrupa ölçeğinde bir çok ürünümüzle ilgili coğrafi işaret tescili haberleri ardı ardına gelmeye başladı.
Malatya kayısısı, Afyon sucuğu, Taşköprü sarımsağı, Ezine peyniri, Aydın inciri, Çorum leblebisi…
Her bir tescil haberinden sonra, ürününe coğrafi işaret belgesi alınan illerde bir coşku, bir heyecan…Haberi duyuran Belediye veya Ticaret odası başkanlarında adeta bir zafer kazanmış komutan edası…
Politikacılar ve yerel yöneticilerin başvuru sürecinin sonuçlandırılmasında oynadıkları rolleri ve verdikleri büyük mücadeleyi vurgulayarak kendilerini öne çıkarma gayretleri…Yerel basında, elde edilen başarının getirdiği haklı gurur, bölgeye veya vilayete sağlayacağı faydalara ilişkin bitmeyen yorumlar ve tartışmalar. Halkta derin bir mutluluk ve keyif hali…
Sanırsınız ki belgeyi alan ildeki üniversitenin araştırma laboratuvarında bilim dünyasında sürpriz uyandıracak bir molekül keşfedilmiş veya şehrin bir sanayi tesisinde küresel teknolojide rekabet dengelerini alt üst edecek yenilikçi bir ürün prototipi geliştirilmiş.
Daha da ötesi, bazı ürünlerin hangi ilin adıyla tescil edilmesi gerektiğine dair iller arasında süren tuhaf rekabet ve çekişmeler. Kahramanmaraş’ın fıstık ezmesini coğrafi işaretle kendi adına tescillemesinin komşu şehir Gaziantep’te tepkiyle karşılanması sonucunda Gaziantep Ticaret Odası yetkililerinin, “Biz tescili daha önce gerçekleştirmiştik. Fıstık ezmesi bizim şehrimiz aittir.” açıklaması. Bu tür, düşük profil sürdürülen “Hakkımızı alırız,” “Hakkımızı kaptırmayız tartışmaları…
Nedir bu “coğrafi işaret belgesi?
Kısaca “coğrafi işaret belgesi,” bir gıda veya tarım ürününün belirli bir yöreye özgü kökenini, üretim şeklini ve kalitesini tanımlayan, kayıt altına alan ve koruyan tescil belgesidir. Bu belge, ürünün adının ve itibarının taklit edilmesini önler, onu standartlarına uygun üreten üreticisine pazarlama avantajı sağlar.
Bunun doğru ve yerinde bir işlem olduğu ve önemli faydalar sağlayacağı elbette tartışılmaz. Ama yenilikçi teknolojilerde baş döndürücü ilerlemenin ve uluslararası ticarette yıkıcı rekabetin hakim olduğu bir küreselleşme ortamında; bu tür mevzii atılım ve başarıların, kendilerine çok daha büyük hedefler koyması gereken yatırımcı ve girişimcilerimizin zihnini ve gündemini bu kadar meşgul etmesi doğru mu?
Öncelikle şunu ortaya koyalım:
Coğrafi işaret belgesi, şüphesiz ürünün değerini yükseltir, yöre ekonomisini güçlendirir ve tüketiciye güven sağlar. Ama ürünün o haliyle otomatik olarak bir marka değerine ve güvencesine; dolayısıyla dünya piyasalarında yüksek bir talep hacmine kavuşmasını sağlamaz.
Ürünün geleneksel özelliklerine ve kalite gereklerine göre belli bir coğrafi yere ait olduğunun işaretlenmesi; geçmişten o güne kadar gelen üretim biçim ve içeriğinin tanımlanmasına, bu bağlamda otantik mirasının tescil edilmesine ve korunmasına ilişkindir. O ürünün, iç ve dış pazarlarda orijinalliğini tescil eder, ihracat potansiyelini ve katma değerini artırır; ama onu kendi başına bir “marka yapmaz.”
Oysa bir ürünün küresel rekabet şartlarına ayak uyduracak, müşteri talep ve beklentilerini karşılayacak içerik ve kalite standartlarında üretilmesi ve bunun bir anlamda güvencesini ifade eden “marka algısı ve itibarına” sahip olması başka bir şeydir. Bu bağlamda söz konusu ürün, ne kadar yüksek değer ve lezzette olursa olsun; sadece ait olduğu yere özgü anılmaktan çıkıp ticari ve endüstriyel standartları taşıyan belirli bir marka değerine ve tanınırlığına kavuşmadıkça ve uluslararası piyasada küresel talebe hitap edecek bir pazar payı elde etmedikçe, etkisi büyük ölçüde şehir ve bölge ekonomisiyle sınırlı kalacaktır.
Dünyadaki tüketiciler, bir ülkede bir ürün coğrafi işaret belgesi aldı diye o ürünü küresel ölçekte talep etmeye ve tüketmeye yönelmezler. Çünkü coğrafi işaret belgesi alma potansiyeli taşıyan tarım ve gıda ürünleri, esasen yerel çeşnilere ve damak tatlarına hitap eden ürünlerdir. Mesela “Malatya kayısısı,” benzersiz özelliklere sahip bir ürün olmasına rağmen, ham haliyle küresel ölçekte ve kitlesel hacimlerde bir tüketim talebine konu olabilecek durumda değildir. Bu nedenle bu ürünlerin küresel talep hacmini arttıracak olan şey; küresel tüketicilerin talep ve beklentilerine, damak tatlarına ve ticari erişimlerine uygun olarak üretilmeleridir. Dolayısıyla burada hedef, bunları küresel tüketiciye hitap eden ve gündelik alış veriş ağlarındaki market raflarında yer almalarını sağlayacak “nihai endüstriyel gıda ürününe” dönüştürmek olmalıdır. Bu da şüphesiz, güçlü bir AR-Ge, yenilikçi üretim teknolojisi ve marka stratejisiyle ilgili bir konudur.
Buna açıklayıcı bir örnek vermek gerekirse,
geleneksel yoğurttan daha yüksek protein içeriğine sahip koyu kıvamlı Yunan yoğurdu (aslında bize ait olması gereken süzme yoğurt) coğrafi işaret belgesiyle tescil edildiğinde, salt ait olduğu ve üretildiği bölge ekonomisiyle sınırlı bir değer artışına konu olur. Oysa bu yoğurdu 20 milyar Dolarlık toplam piyasa değeri hacmine ulaştıran faktör, “Chobani” küresel markasının gücü ve itibarı altında üretilmesi ve satılmasıdır.
Ürünü tescil etmenin doğurduğu gereksiz ve abartılı heyecan ve bununla bölgenin kalkınma ve ilerlemesi yolunda pek çok şeyin halledilmiş olduğu duygusu; ilgilileri ve girişimcileri, küresel pazarlarda rekabet edebilecek yenilikçi ve teknolojik ürünleri üretme ve bölgenin dünya ekonomisiyle bütünleşmesini sağlayacak esas stratejik ve uzun vadeli adımları atmaktan uzaklaştırma riski taşıyor.
İllerdeki yaygın “coğrafi işaret sevdası,” aslında bir kalkınma stratejisinden çok bir “toplumsal terapi” mekanizması gibi işliyor. Ekonomide üretim, sanayide yenilik, teknolojide rekabet erişilmesi zor bir hedef haline geldikçe; mevcut durumun tescilini sağlayan benzeri belgeleri almak, kolay ulaşılan bir başarı kriteri haline geliyor.
Bugün Türkiye’de 1500’e yakın ürün coğrafi işaretli…Her ilin bir çok “tescilli yıldızı” var. Fakat, ülke ekonomisi hâlâ düşük teknoloji seviyesine, dışa bağımlı sanayiye ve zayıf markalaşma kapasitesine mahkûm.
Ülkemizin florası, endemik bitki çeşitliliği ve gastronomisi zengin…Ama bu zenginlik, teknoloji ve rekabetin gerektirdiği entegre ve sürdürülebilir bir değer sistemine evrilmek yerine; çoğu defa mevcutla kuru kuruya övünmeye, kendini tekrara ve tescil haberlerinin parlatıldığı törensel anlatılara dönüşüyor.
Bu tür belgeler, görünürde kültürü koruyor; aslında ise, kalkınma açığını psikolojik olarak telafi ediyor. Tıpkı spor yapmadan zayıflama kemeri takmak gibi…
Coğrafi işarete konu ürünler, genellikle;
-Tarihsel olarak zaten mevcut olan,
-Kuşaktan kuşağa aktarılan,
-Yeni bir araştırma, icat veya Ar-Ge sürecinin sonucu olmayan “miras”ürünlerdir.
Bu nedenle;
-Ürünlerin tescil edilmesi zekâ, inovasyon veya sistem başarısının sonucu değil; geçmişten beri var olan kültürel üretimin korunmasıdır.
-İller ve bölgeler, bu birikimden ve bunun tescil edilmesinden gurur duysa da, bu başarı “bugünkü üretici kapasitenin” göstergesi değildir.
-Bunlara aşırı vurgu yapılması, “geçmişin ürünleriyle geleceği inşa etme” yanılgısına dönüşür. Yöresel ürün çeşitliliği ve bolluğu, kalkınma potansiyeli sanılır. Oysa bunlar, “yenilik geliştirme becerisiyle karıştırılmamalıdır.
Bir şehrin en üst seviyede hayal ufkuna sahip olması gereken siyasi, idari ve ticari temsilcilerinin, kum havuzunda oynayan çocuklar gibi, “Erken başvurduk, falan ürünü falan vilayete kaptırmadık; kendi adımıza tescil ettirmeyi başardık” yönünde “ergence” heyecanlar sergilemesi, düşük bir vizyonun ve kalkınma dinamizminden yoksunluğun eseridir. Bu sığlıktaki tartışmalarla oyalanmasak ve mevcut kısır döngüyü aşabilsek, belki bugün Araban sarımsağını, Antep lahmacununu değil; “Ferrero” ölçeğinde gıda devi bir Türk şirketini, “Gaziantep Robotics” ya da “AntepTech” gibi küresel marka ve teknoloji merkezlerini konuşuyor olurduk.
Ulvi Saran-Karar