deneme bonusu veren siteler canlı casino akademik sofia grandpashabet güncel adres betpark süperbetin giriş betebet bets10 Matadorbet vdcasino tipobet giriş deneme bonusu siteleri deneme bonusu veren siteler

Kapıya konacak bir..

Çevre 18.01.2020 - 20:21, Güncelleme: 15.06.2021 - 12:24
 

Kapıya konacak bir..

Şimdilerde eğilim olan marka kafeler benim gibi emekliler için hayli tuzlu..

Emeklilik sonrası artık evde zaman geçiremiyordum. Kime ait olduğunu hatırlayamıyorum ama okuduğum kitaplardan birinde “Evde oturan erkek kulağa kaçmış sinek gibidir.” diye bir söze rastlamıştım. Bir de ünlü yazar Simon De Beauvoir’ in “Yaşlılık II” isimli kitabında “Erkeğin evde olması çok sıkıcı bir şey. Ne yaparsanız endişe ediyor; durmadan sorular soruyor.” diye bir cümle okumuştum. Bu sözlerin üstüne ne de olsa benden on yaş daha genç ve hareketli olan karıma da özel yaşam alanı yaratmak için dışarıya çıkmak istesem de nereye gideceğime bir türlü karar veremiyordum. Şimdilerde eğilim olan marka kafeler benim gibi emekliler için hayli tuzlu kaçıyor, ayrıca oraları tercih eden gençlerin rahat ve aldırmaz davranışlarından da rahatsız oluyordum. Allah muhafaza bir arkadaşımla iki gün üst üste bu kafelerden birine gitmeye kalkışsam üç ayda bir aldığım emekli maaşımdan torunların harçlığını kısacak, onu da orada harcamak zorunda kalacaktım. Buralar emekli adama göre yerler değildi. Geriye kaldı kahvehaneler. Kahvehane alışkanlığım yok denecek kadar azdı. Kahvehanelerin durumunu da cami avlusundaki bankta otururken tanıştığım; benim yaşlarımda, üç yıl önce eşini kaybetmiş, kızının yanında kalan bir adamdan dinlemiştim. İnsanlar sırlarını hiç tanımadıkları ve bir daha karşılaşamayacakları insanlara anlatırlarmış. Aynı mahallede oturduğumuz için bu adama ara ara rastlıyordum. Yalnızlıktan ve evde torunlarının yaramazlıklarından sıkıldığı için havanın iyi olduğu günlerde dışarıya çıkıyor, parkta ya da cami avlusunda rastladığı yaşıtlarıyla sohbet ederek zaman geçiriyor, ya da onlara derdini döküyordu. Yaşım ilerlemişti, namaza başlama zamanım da gelmişti artık. Sonbaharın yazdan kalma güneşli bir gününde cami avlusundaki bankta namaz vaktini beklediğimiz sırada yan yana otururken beni daha güvenilir bulmuş olmalı ki, yaklaştı ve anlatmaya başladı. “İyi kötü birbirimizin kahrını çekiyorduk. Karım beni erken terk etti, gitti, keşke onunla birlikte ben de öleydim de yerimden yurdumdan olmayaydım. Karım öldükten birkaç ay sonra elim ayağım tutuyor diyerek evlenmeye kalkıştım, evleneceğim kadınla da anlaşmıştık. O’na altı dönüm sulu tarla, iki burma bilezik, bir de kasabadaki dükkânın kirasını verecektim. Dördüncü evliliği olacaktı benimle de evlenseydi. Merhametliydi, helal süt emmişti, “Nikâhsız da yaşarım seninle” demişti kadın. Bu kadınla evleneceğimi duyan çocuklarımın her bir yandan üstüme yürüdüler. Yaşam senin yaşamın ama gel de anlat evlatlarına....Bu sefer de memlekette kalırsam yeniden evlenmeye kalkışır evlenirim korkusuyla ve gözünün önünde olayım diye kızım “Baba sen evde yalnız edemezsin” diyerek beni yanına getirdi. Sağ olsun bana elinden geldiğince iyi bakıyor, ama ne de olsa damat koltuğu, zoruma gidiyor arkadaş! Ben koskoca bir şehirde, bu kalabalıkların arasında yalnızım, boğuluyorum, kimim yok kimsem yok. Dışarı çıkıyorum selam verecek bir Allah’ın kulu olmadığı gibi, başkaları da bana selam vermiyor. Bizim oralar böyle miydi? Evden çarşıya inecek olsam yolda üç beş kişiyle selamlaşıp, üç beş kişiyle oturup hasbihal ediyordum. Benim de bana göre eşim dostum vardı. Bağım vardı, bahçem vardı. Bağda bahçede günümü geçiriyordum. Buraya geleli altı buçuk ay oldu. Kızımla kocası bir fabrikada çalışıyorlar, evleri kira, aldıkları maaşla şehir yerinde geçinemiyorlar, edemedim maaş kartımı kızıma verdim, yanlarında sığınç olmayayım diye. Sabahın köründe çıkıyorlar hava kararınca eve giriyorlar. Ellerinden öpsünler üç de çocukları var, aralarında fazla bir yaş farkı olmadığı için ne “dur” dan anlıyorlar ne de “sus” tan anlıyorlar. Tahammül gücüm zayıflamış, torun da olsa bir yere kadar, sevgilerine diyeceğim yok, hiç birini ötekinden ayıramıyorum, hepsini de çok seviyorum ama sabredemiyorum artık, gürültüyü kafam kaldırmıyor, beynim karıncalanıyor, daralıyorum. Kızımla kocası bir gece benim yüzümden kavga ettiler. Şimdiki evlerin duvarları ince, odadan odaya ses gidiyor. O gece damadımın kızıma “Baban bu evde daha ne zamana kadar kalacak, biz hiç baş başa kalamayacak mıyız?” dediğini duydum, ama yorganı kafama çektim duymazdan geldim damadın dediklerini. Azıcık tutar tarafım olsa o günün sabahına binerdim otobüse gerisin geri memlekete dönerdim.” Yeni tanıştığım adama “ Yaşadığın yerde evin, malın, mülkün yok mu?” dediğimde adam cebinden bir parça kağıt mendil çıkardı, göz pınarlarından akan iki damla yaşı ve burnundan akan suyu bu mendile sildikten sonra mendili tekrar cebine koydu ve “ O yaramı hiç deşme arkadaş, orayı geç. O da ayrı bir dert... Anlatmaya kalksam gece yarısına kadar bitiremem, senin de başını ağrıtırım.” dedi ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti. “Şu yakınlarda bir kahvehane var, sekiz on gündür oraya gidiyorum. Herkes eşleşmiş, çiftleşmiş, ilk zamanlar yabancıyım diye kimse benimle oyun oynamaya yanaşmadı. İki gün üst üste sevdiğim bir oyunun oynandığı masada yancı olarak oturdum, kahvedekiler ardımdan, “Gelip içip içip gidiyor! Adamda ne ayak varmış arkadaş! Yanıma oturdu oturalı bir kere açamadım! Ben çay içiyorum o beyefendi ayran içiyor, ayran içiyorsan farkını ver kardeşim! Çay neyine yetmiyor?” gibi olmadık dedikodular etmişler. Bunları daha sonra öğrendim orada benim gibi oturan birinden. Ertesi gün tekrar gittim, daha kapıdan girdiğimde sanki onların benim hakkımda konuştuklarını anlamamışım gibi masadakiler birbirlerine dürterek “ seninki geldi” deyip gülüşüyorlardı. Baktım kahvehanede öyle boş boş oturmak da olmuyor. Sonuçta orası da bir iş yeri, ağaç gölgesi değil ya... Oyun oynamıyorsan ve para harcamıyorsan kahvedeki garsonun bile sana bakışı değişiyor birader. Kendi memleketinde olsa senin gölgene bile basmaya çekinecek kişilikteki garsonun dudaklarından “ yine geldi sabunluk” diye mırıl mırıl sözler dökülüyor. Aynı garson tuvalette kullandığın peçeteden tut da lavabonun kirlenmesine, sık sık idrara çıkmana bile laf ediyor. Yaşlandık, ayıptır söylemesi tutamıyoruz artık. Bir gün adamın biri kahvede abdest almış, abdest aldıktan sonra bol miktarda peçeteyle ayaklarını kurulamış diye çöpten avuçladığı peçeteleri adamın gözüne sokarcasına o adama demediğini bırakmamıştı garson. Ondan sonra da o adamı bir daha görmedim kahvehanede. Daha da kötüsü sen hiç farkında olmasan bile giydiğin ayakkabıya, beline taktığın kemere, uyumsuz giydiğin kıyafetine, hatta çorabına kadar laf ediliyor. İki gün üst üste aynı gömlekle kahveye gitsen onun adı “ Şuna bak on gündür aynı gömleği giyiniyor, bari yakası yırtık olmayan bir gömlek giyseydin be adam! Senin hiç mi yıkayanın ütüleyenin yok!” diyorlar. Yine bir başka adamın her halde gençliğinde eline geçmediği için veya özlem duyup heveslenerek giydiği spor bir kıyafete “Bu kıyafet kendinin değil, ya oğlunun ya damadının eskisidir. Üstten sıkar, alttan yalar, paraya kıyıp bu kadar parayı vermez bu kıyafete.” diye laf ediyorlardı. Bunu da kulak misafiri olurken duydum. Benim kulağım da ağır işitiyor, her söyleneni duymuyorum ama ne dediklerini dudaklarından anlıyorum, alıştım artık. Senin duymadığını bildikleri için senin yüzüne her şeyi sayıp döküyorlar. Bazen dudak hareketinden ne dediklerini öğrenmek için kendimi zorlasam da, ya hiç anlamıyorum, ya da ters anlıyorum. Oyun oynamak da ayrı bir dert kahvehanede. Oyun oynarsın, bir iki saat birlikte zaman geçireyim diyerek stres atmaya çalışırsın, stres atacağım derken farkında olmadan yeni yeni stresler yüklenirsin bu meret yerde. Aynı masada oyun oynarken üç kuruşluk çay parası için kavga etmenin yanında kendi hissesine düşen dört çay parasını ödememek için saniyelerce cebinden metal para çıkartmaya çalışan bir oyun arkadaşını hayretler içinde ve nefretle izlersin. Onu beklemeye sabrın yetmez, üç beş çay parasını sen cebinden öder çıkarsın. Ama bu nereye kadar? Sen de emeklisin birader!” Adamın bu anlattıklarını ilgiyle dinledim. Bütün bu anlatılanları göze alarak arada bir eve yakın bir sokağın içerisinde ve zemin kattaki kahvehaneye gitmeye başladım. Gençliğimde, siyasi dava arkadaşlarımla kahvehanelerde çok oyun oynamışlığım vardı. Oyun oynayacak arkadaş da bulurdum bulmasına ama adamın anlattıklarından sonra kahvehaneye alışıncaya kadar biraz zorlanacağa benziyordum. Aklıma, nar gibi kızarmış sobanın dibinde yün mindere bağdaş kurmuş, sırtını da halı yastığa dayamış dedem geldi. Odanın sıcaklığına rağmen halen üşüdüğü için ceketiyle oturan ve bir eliyle iri habbeli kehribar tesbihini başparmağı ile orta parmağının arasında gezdirirken diğer eliyle kendi sardığı sigarasını tüttüren dedemin “ Velhasıl, kapıya bağlanacak bir mal değilsin ihtiyarlık!” Demesi geldi aklıma... İnş. Müh. Fatih DULKADİROĞLU (18.01.2020 Malatya)
Şimdilerde eğilim olan marka kafeler benim gibi emekliler için hayli tuzlu..

Emeklilik sonrası artık evde zaman geçiremiyordum. Kime ait olduğunu hatırlayamıyorum ama okuduğum kitaplardan birinde “Evde oturan erkek kulağa kaçmış sinek gibidir.” diye bir söze rastlamıştım. Bir de ünlü yazar Simon De Beauvoir’ in “Yaşlılık II” isimli kitabında “Erkeğin evde olması çok sıkıcı bir şey. Ne yaparsanız endişe ediyor; durmadan sorular soruyor.” diye bir cümle okumuştum. Bu sözlerin üstüne ne de olsa benden on yaş daha genç ve hareketli olan karıma da özel yaşam alanı yaratmak için dışarıya çıkmak istesem de nereye gideceğime bir türlü karar veremiyordum.
Şimdilerde eğilim olan marka kafeler benim gibi emekliler için hayli tuzlu kaçıyor, ayrıca oraları tercih eden gençlerin rahat ve aldırmaz davranışlarından da rahatsız oluyordum.
Allah muhafaza bir arkadaşımla iki gün üst üste bu kafelerden birine gitmeye kalkışsam üç ayda bir aldığım emekli maaşımdan torunların harçlığını kısacak, onu da orada harcamak zorunda kalacaktım.
Buralar emekli adama göre yerler değildi.

Geriye kaldı kahvehaneler. Kahvehane alışkanlığım yok denecek kadar azdı. Kahvehanelerin durumunu da cami avlusundaki bankta otururken tanıştığım; benim yaşlarımda, üç yıl önce eşini kaybetmiş, kızının yanında kalan bir adamdan dinlemiştim.
İnsanlar sırlarını hiç tanımadıkları ve bir daha karşılaşamayacakları insanlara anlatırlarmış. Aynı mahallede oturduğumuz için bu adama ara ara rastlıyordum. Yalnızlıktan ve evde torunlarının yaramazlıklarından sıkıldığı için havanın iyi olduğu günlerde dışarıya çıkıyor, parkta ya da cami avlusunda rastladığı yaşıtlarıyla sohbet ederek zaman geçiriyor, ya da onlara derdini döküyordu. Yaşım ilerlemişti, namaza başlama zamanım da gelmişti artık. Sonbaharın yazdan kalma güneşli bir gününde cami avlusundaki bankta namaz vaktini beklediğimiz sırada yan yana otururken beni daha güvenilir bulmuş olmalı ki, yaklaştı ve anlatmaya başladı.
“İyi kötü birbirimizin kahrını çekiyorduk. Karım beni erken terk etti, gitti, keşke onunla birlikte ben de öleydim de yerimden yurdumdan olmayaydım.

Karım öldükten birkaç ay sonra elim ayağım tutuyor diyerek evlenmeye kalkıştım, evleneceğim kadınla da anlaşmıştık. O’na altı dönüm sulu tarla, iki burma bilezik, bir de kasabadaki dükkânın kirasını verecektim. Dördüncü evliliği olacaktı benimle de evlenseydi. Merhametliydi, helal süt emmişti, “Nikâhsız da yaşarım seninle” demişti kadın. Bu kadınla evleneceğimi duyan çocuklarımın her bir yandan üstüme yürüdüler.

Yaşam senin yaşamın ama gel de anlat evlatlarına....Bu sefer de memlekette kalırsam yeniden evlenmeye kalkışır evlenirim korkusuyla ve gözünün önünde olayım diye kızım “Baba sen evde yalnız edemezsin” diyerek beni yanına getirdi. Sağ olsun bana elinden geldiğince iyi bakıyor, ama ne de olsa damat koltuğu, zoruma gidiyor arkadaş!
Ben koskoca bir şehirde, bu kalabalıkların arasında yalnızım, boğuluyorum, kimim yok kimsem yok. Dışarı çıkıyorum selam verecek bir Allah’ın kulu olmadığı gibi, başkaları da bana selam vermiyor. Bizim oralar böyle miydi? Evden çarşıya inecek olsam yolda üç beş kişiyle selamlaşıp, üç beş kişiyle oturup hasbihal ediyordum. Benim de bana göre eşim dostum vardı. Bağım vardı, bahçem vardı. Bağda bahçede günümü geçiriyordum.
Buraya geleli altı buçuk ay oldu. Kızımla kocası bir fabrikada çalışıyorlar, evleri kira, aldıkları maaşla şehir yerinde geçinemiyorlar, edemedim maaş kartımı kızıma verdim, yanlarında sığınç olmayayım diye.

Sabahın köründe çıkıyorlar hava kararınca eve giriyorlar. Ellerinden öpsünler üç de çocukları var, aralarında fazla bir yaş farkı olmadığı için ne “dur” dan anlıyorlar ne de “sus” tan anlıyorlar. Tahammül gücüm zayıflamış, torun da olsa bir yere kadar, sevgilerine diyeceğim yok, hiç birini ötekinden ayıramıyorum, hepsini de çok seviyorum ama sabredemiyorum artık, gürültüyü kafam kaldırmıyor, beynim karıncalanıyor, daralıyorum. Kızımla kocası bir gece benim yüzümden kavga ettiler.

Şimdiki evlerin duvarları ince, odadan odaya ses gidiyor. O gece damadımın kızıma “Baban bu evde daha ne zamana kadar kalacak, biz hiç baş başa kalamayacak mıyız?” dediğini duydum, ama yorganı kafama çektim duymazdan geldim damadın dediklerini. Azıcık tutar tarafım olsa o günün sabahına binerdim otobüse gerisin geri memlekete dönerdim.”
Yeni tanıştığım adama “ Yaşadığın yerde evin, malın, mülkün yok mu?” dediğimde adam cebinden bir parça kağıt mendil çıkardı, göz pınarlarından akan iki damla yaşı ve burnundan akan suyu bu mendile sildikten sonra mendili tekrar cebine koydu ve “ O yaramı hiç deşme arkadaş, orayı geç. O da ayrı bir dert... Anlatmaya kalksam gece yarısına kadar bitiremem, senin de başını ağrıtırım.” dedi ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“Şu yakınlarda bir kahvehane var, sekiz on gündür oraya gidiyorum. Herkes eşleşmiş, çiftleşmiş, ilk zamanlar yabancıyım diye kimse benimle oyun oynamaya yanaşmadı. İki gün üst üste sevdiğim bir oyunun oynandığı masada yancı olarak oturdum, kahvedekiler ardımdan, “Gelip içip içip gidiyor! Adamda ne ayak varmış arkadaş! Yanıma oturdu oturalı bir kere açamadım! Ben çay içiyorum o beyefendi ayran içiyor, ayran içiyorsan farkını ver kardeşim! Çay neyine yetmiyor?” gibi olmadık dedikodular etmişler. Bunları daha sonra öğrendim orada benim gibi oturan birinden.

Ertesi gün tekrar gittim, daha kapıdan girdiğimde sanki onların benim hakkımda konuştuklarını anlamamışım gibi masadakiler birbirlerine dürterek “ seninki geldi” deyip gülüşüyorlardı. Baktım kahvehanede öyle boş boş oturmak da olmuyor. Sonuçta orası da bir iş yeri, ağaç gölgesi değil ya... Oyun oynamıyorsan ve para harcamıyorsan kahvedeki garsonun bile sana bakışı değişiyor birader. Kendi memleketinde olsa senin gölgene bile basmaya çekinecek kişilikteki garsonun dudaklarından “ yine geldi sabunluk” diye mırıl mırıl sözler dökülüyor.

Aynı garson tuvalette kullandığın peçeteden tut da lavabonun kirlenmesine, sık sık idrara çıkmana bile laf ediyor. Yaşlandık, ayıptır söylemesi tutamıyoruz artık. Bir gün adamın biri kahvede abdest almış, abdest aldıktan sonra bol miktarda peçeteyle ayaklarını kurulamış diye çöpten avuçladığı peçeteleri adamın gözüne sokarcasına o adama demediğini bırakmamıştı garson. Ondan sonra da o adamı bir daha görmedim kahvehanede.
Daha da kötüsü sen hiç farkında olmasan bile giydiğin ayakkabıya, beline taktığın kemere, uyumsuz giydiğin kıyafetine, hatta çorabına kadar laf ediliyor.

İki gün üst üste aynı gömlekle kahveye gitsen onun adı “ Şuna bak on gündür aynı gömleği giyiniyor, bari yakası yırtık olmayan bir gömlek giyseydin be adam! Senin hiç mi yıkayanın ütüleyenin yok!” diyorlar. Yine bir başka adamın her halde gençliğinde eline geçmediği için veya özlem duyup heveslenerek giydiği spor bir kıyafete “Bu kıyafet kendinin değil, ya oğlunun ya damadının eskisidir. Üstten sıkar, alttan yalar, paraya kıyıp bu kadar parayı vermez bu kıyafete.” diye laf ediyorlardı. Bunu da kulak misafiri olurken duydum. Benim kulağım da ağır işitiyor, her söyleneni duymuyorum ama ne dediklerini dudaklarından anlıyorum, alıştım artık. Senin duymadığını bildikleri için senin yüzüne her şeyi sayıp döküyorlar. Bazen dudak hareketinden ne dediklerini öğrenmek için kendimi zorlasam da, ya hiç anlamıyorum, ya da ters anlıyorum.
Oyun oynamak da ayrı bir dert kahvehanede. Oyun oynarsın, bir iki saat birlikte zaman geçireyim diyerek stres atmaya çalışırsın, stres atacağım derken farkında olmadan yeni yeni stresler yüklenirsin bu meret yerde.

Aynı masada oyun oynarken üç kuruşluk çay parası için kavga etmenin yanında kendi hissesine düşen dört çay parasını ödememek için saniyelerce cebinden metal para çıkartmaya çalışan bir oyun arkadaşını hayretler içinde ve nefretle izlersin. Onu beklemeye sabrın yetmez, üç beş çay parasını sen cebinden öder çıkarsın. Ama bu nereye kadar? Sen de emeklisin birader!”
Adamın bu anlattıklarını ilgiyle dinledim. Bütün bu anlatılanları göze alarak arada bir eve yakın bir sokağın içerisinde ve zemin kattaki kahvehaneye gitmeye başladım. Gençliğimde, siyasi dava arkadaşlarımla kahvehanelerde çok oyun oynamışlığım vardı. Oyun oynayacak arkadaş da bulurdum bulmasına ama adamın anlattıklarından sonra kahvehaneye alışıncaya kadar biraz zorlanacağa benziyordum.
Aklıma, nar gibi kızarmış sobanın dibinde yün mindere bağdaş kurmuş, sırtını da halı yastığa dayamış dedem geldi. Odanın sıcaklığına rağmen halen üşüdüğü için ceketiyle oturan ve bir eliyle iri habbeli kehribar tesbihini başparmağı ile orta parmağının arasında gezdirirken diğer eliyle kendi sardığı sigarasını tüttüren dedemin “ Velhasıl, kapıya bağlanacak bir mal değilsin ihtiyarlık!” Demesi geldi aklıma...
İnş. Müh. Fatih DULKADİROĞLU (18.01.2020 Malatya)

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gazetemalatya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.